TÜRKİYE TAHLİLİ

Türkiye’nin kimler tarafından ve nasıl yönetildiği, hakim gücün ne olduğu, siyasi ve ekonomik yapısı farklı kesimlerce farklı değerlendirilir. Bu farklı analizler nedeniyle farklı çözüm yolları, farklı mücadele şekilleri ortaya konulur. Eleştirilen, suçlanan hedefler de farklı olur.

Türkiye’de hakim güç burjuvazi midir?
Burjuvaziyse hangisi? Milli burjuvazi mi? Tekelci işbirlikçi burjuvazi mi?
Yoksa Kemalizm mi?
85 yıl önceki egemen güç şimdi de aynı mıdır?
Bir Oligarşiden söz edilip durulur. Bu oligarşiyi kimler oluşturuyor?
Bürokratik oligarşi mi? Derin devlet oligarşisi mi?
Ya da bir faşist diktatörlük mü var?
Görünürde göstermelik yarı demokrasi denilebilir mi?

Devlete hakim olan güç, devletin tüm kurumlarına da hakim midir?
Ordusuyla, polisiyle, bürokratıyla, teknokratıyla hakim güç çizgisinde midir?
Varsa medyadaki yayın organları hangileridir?
Hangi yayın organları gazete, dergi, tv vs. devletin dolayısıyla egemen güçlerin çizgisindedir?

Türkiye sömürge bir ülke midir? Yarı sömürge ve yeni sömürge diyebilir miyiz?
Kapitalist bir ülke olarak tanımlanabilir mi?
Yarı feodal bir ülke denilebilir mi?

20. yüzyılın ilk yarısındaki Türkiye’de bugüne dek rejim açısından neler değişti ya da değişmek üzere? Örneğin cumhuriyetin ilk yıllarındaki siyasi-ekonomik yapısı aynı mı? Yoksa rotasından şaştı mı? Karma ekonomik sistem yıkıldı diyebilir miyiz? Elde satılacak birşeyler kaldı mı?
Bu bir karşı devrim midir?

Cumhuriyet öncesi Osmanlı döneminde burjuvazi ve işçi sınıfı çok cılızdır.
Yönetimde etkinliği yok denecek kadar az olan ve sayıları sınırlı bu burjuvaları daha ziyade gayrimüslimler oluşturur. Ve iddia edilenin aksine bu burjuvazinin ne Kurtuluş savaşında ne de cumhuriyetin kuruluşunda herhangi bir öncülükleri ve destekleri söz konusu değildir.  Çünkü ekseriyetle Rum, Ermeni ve Yahudi tüccarlarından oluşan bu burjuvazi komprador niteliklidir, emperyalistlerle ilişki içindedir. Sadece, Rum ve Ermeni burjuvaziye göre daha zayıf durumda olan Yahudilerin bir kısmından destek görülmüştür. Diğerleri ise emperyalist işgalcilerle işbirliği yapmış, Kurtuluş Savaşı aleyhine çalışmıştır.
Kurtuluş Savaşında öncülük ve egemenlik bürokratlardadır. Destek güçse, kentli yurtsever aydınlardan, köylülerden ve az sayıda milli burjuvaziden sağlanmıştır.

Cumhuriyetin ilanından sonra İzmir İktisat Kongresi ile milli burjuvazi yaratma çabaları başlar.
Bu yıllarda en çok tartışılan bir devlet sosyalizminin oluşturulup oluşturulamayacağıdır.
Devlet sosyalizmi sözü ilk olarak 1914’de Talat Paşa’nın ağzından duyulur. Talat Paşa, ülkenin ancak bir devlet sosyalizmi ile düze çıkabileceğini söylemektedir. Mustafa Kemal 1919’da Samsun Havsa’da kendisine “Ne yapmayı amaçlıyorsunuz?” diye soran Sovyet subayına “Bizim hedefimiz devlet sosyalizmidir” der. Cumhuriyetin ilk yıllarında da Celal Bayar devlet sosyalizmini savunur. Devlet sosyalizminden kastettikleri devlet eliyle teşebbüslerin yapılması, sanayinin oluşturulması ve devlet dışındaki hür teşebbüsçülere de devlet desteği sağlanmasıdır. Yani bir anlamda devlet kapitalizmidir algılanan, anlatılmak istenen.
Nitekim kapitalist kalkınma modelinde müdahaleci sistem uygulanır. Çünkü cılız burjuvaziyi liberal sistemle kendi haline bırakmak mümkün olmaz. Bu onları yeniden Avrupa Kapitalizminin kucağına atmak olurdu. Zaten bu yıllardan itibaren Avrupa ülkeleri dahi liberalizmde müdahaleci sisteme yönelmek zorunda kalacaklardı ve yaklaşık 20-25 yıl böyle geçecekti.
Ayrıca bu dönemi Sovyetler Birliği yönünden etkileyen önemli bir yan vardır. 1917 Ekim Devrimi ile başlayan üretim araçlarına el konulması ve sosyalizmin uygulanması 1921’de yaşanan büyük kıtlık ile duraksar. 1928’e kadar Rusya’da hür teşebbüsçülere imkan sağlanarak geçici bir kapitalist dönem yaşanır. Yabancı sermayeye dahi imtiyazlar tanınır. 1929’da Stalin, adına Nep (Yeni Ekonomik politika) *denen bu politikaya son verildiğini açıklar ve yeniden sosyalizmin inşasına geçilir.

1923-24’lerde Bolşevik sempatizanlarına, sosyalizm uygulaması isteyenlere karşı Sovyetlerdeki bu durum örnek verilerek “Türkiye’de bir işçi sınıfı yok. Sanayi çok zayıf. Sosyalizme geçiş şartları henüz teşekkül etmemiş. Bakın Rusya dahi kapitalizmi zorunlu olarak sürdürüyor.” denilerek en doğrusunun dıştan bağımsız, işbirlikçi olmayan milli bir burjuvazinin yaratılması olduğu görüşünde birleşilmiştir.

Öte yandan 1923 Türkiye’sinde bir toprak reformu düşünmeye dahi gerek duyulmaz. Çünkü toprak boldur ve çoğu da ekilememektedir. Sonraki yıllarda ise reforma asıl engel eşraf olacaktır.

1923-1932 yılları arası uygulanan müdahaleci milli iktisat, bu yıllardan itibaren yerini devletçiliğe bırakmıştır. Bu durum kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak gelişmiş ve 1945’e kadar sürmüştür.
Devlet sosyalizmi diye ısrar edenler bu yıllarda isteklerine ulaşmıştır. Mahmut esat Bozkurt “Devletçilik, devlet sosyalizmidir.” diye tanımlayacaktır. İş Bankası grubu ise devletçiliğe karşı bir kampanya başlatarak “Kadro devletçiliği komünistliktir.” diye tavır alacaklardır.
Artık devlet hür teşebbüsle işbirliği yapmadan direk kendi sanayi kurmakta ve işletmektedir. Bu dönemin en önemli özelliği ise yabancı şirketlerin büyük çoğunluğu devletleştirilmiştir. Ancak milli burjuvaziye, özel teşebbüse karşı bir engelleme kesinlikle olmamıştır.

1923-1945 arası yıllar Türkiye’nin tahlili açısından önem arzettiği için genişçe değinmek gereği duydum. Sonraki yıllardaki değişimler bellidir ve ne derece değişikliğe neden olduğu konusunda hemfikir olunabilir. Önemli olan ilk temellerin ne üzerine kurulduğunda birleşebilmektir.

Burjuva Devrimi denince, burjuvanın başını çektiği, bizzat katıldığı, savaştığı bir devrim anlamak yanlıştır. Burjuvazi, kendisini destekleyen işçilerle, köylülerle, bürokratlarla, küçük burjuvalarla devrimini yaptırabilir. Hatta bu devrime sosyalistler dahi katılabilir.

Buna rağmen Türkiye’de bir burjuva devriminden bahsedilemez. Yukarıdan aşağı ve tamamı ordu eliyle gerçekleşen devrimler aşama aşama demokratikleşmeyi getirmiş, bu demokratikleşmeden de burjuvazi nimetlenmiş, serpilmiş, gelişmiştir. 3. Selim’le başlayan ıslahat hareketleri, Tanzimat fermanı, 1. Meşrutiyet, 1908 devrimi, Ulusal Kurtuluş Savaşı, Kemalist devrimler, 1960 devrimi bu demokratikleşme aşamalarıdır. 12 Mart ve 12 Eylül faşist dönemleri ise geçici olmuş, sonrasında demokratikleşmeler devam etmiştir. Tüm bunlar Burjuva demokrasisinin puzzle’larının tamamlanması olarak görülebilir. Ancak hala demokratik devrim tamamlanabilmiş değildir.

Burjuvazi, Cumhuriyet Türkiye’sinde ta başından itibaren kendisi egemen olamamış olsa bile düşüncesi egemen olmuştur. 1932’li yıllara kadar kesintisiz teşvik görmüş, 32-45 yılları arasında ise devletçiliğin gölgesinde ama özgür kalmıştır. Bu dönemde millidir ve tekelci değildir.
Daima yönetilmiş, dizginler hiç elinde olmamış, sürekli müdahale altında tutulmuştur.

1945, Kemalist devrimlerin sona erdiği, devletçiliğin frenlendiği yıldır. Çok partili sisteme geçişle birlikte yabancı sermaye ile ilişkiler yükselme dönemine girecek, burjuvazi tekelleşmeye başlayacaktır. “Köy Enstitüleri kapatılsın!”, “Toprak reformuna hayır!” sloganları altında ABD’ye yöneliş, Amerikan Marshall yardımları, askeri yardımlar, Nato ve borçlanmalar, ardından IMF ve Dünya Bankası, Burjuvazinin milliliğinin ortadan kalkması ve işbirlikçi niteliğe dönüşüm süreci ile Kemalizm uygulamada ortadan kaldırılmıştır. Bundan sonraki aşamada sadece sözde kalacak, uygulamada Küçük Amerika olma ideali yolunda kürek çekilecektir.

Buna göre şunları söyleyebiliriz:
Türkiye’de 1945’lere kadar hakim güç milli burjuvaziyi ve devletçiliği destekleyen, koruyan-kollayan Kemalizm’dir.
1945’den sonra Kemalizm egemenliğini yitirmeye başlamıştır. Bundan sonra iktidar olanlar Atatürkçü olduklarını söyleseler de uygulamaları Kemalizm prensiplerine aykırı olacaktır. Yani artık hakim güç ABD destekli işbirlikçi bürokratik kesim olacaktır. Bu kesim kimilerince “Oligarşi” olarak tanımlanacaktır. Bu oligarşi, görünürde bürokratik oligarşi olarak, perde arkasında ise derin devlet oligarşisi olarak işlev görecektir. Zaman zaman MİT-CİA işbirliği ile eylemlere girişecek, darbeler tezgahlayacak, zaman zaman kontrgerilla vs. adda örgütlerle antikomünist mücadele verecektir. Sakin dönemlerde ise göstermelik yarı demokrasi uygulanacaktır.

Bu geçiş ve değişim dönemlerinde çeşitli tasfiyeler, ayrışmalar yaşanacaktır.
Örneğin medyada Cumhuriyet gazetesi geçmişte devletçi bir politika izlemişken, artık düzene muhalif bir çizgi izleyecektir. Düzeni savunanlar ise Hürriyet gibi yelpazenin ortasında, Tercüman gibi yelpazenin sağında olan gazeteler olacaktır.

Türkiye, emperyalizmin yeni sömürgeci girişiminin etkisi altında ekonomik bağımsızlığını yitirmiş, dolayısıyla siyasi olarak da bağımlı hale gelmiş bir ülkedir. Bu bağımlılığın tam bir bağımlılık olduğu söylenemez. Ancak tam bağımsız bir ülke olmadığımız da bir gerçektir. Bu açıdan Türkiye’nin yarı sömürge bir ülke olduğu iddiasında doğruluk payı vardır.
Kapitalizm Türkiye’de yerleşmiştir ama gerek feodalitenin tamamen tasfiye edilememiş olmasından, gerekse liberal ortamı yeterince bulamadığından çarpık bir yapı kazanmıştır.
Hala Doğu Anadolu’da aşiret düzeni ve toprak ağalarının hakimiyeti sürmektedir. Yarı feodal denmesi ağır olsa da feodalitenin varlığı ve etkinliği inkar edilemez.

Karşı devrim 60 yıldır sürmekte olup tamamlanma aşamasındadır. 1932’lerde yabancı şirketlerin tamamına yakını millileştirilmişken, bugün tüm devlet ve kamu kuruluşları özelleştirilmekte ve bir kısmı da yabancılara satılmaktadır. Milli burjuvazi cılızlaşmış, karma ekonomik sistem yıkılmıştır.
Ilımlı İslam projesiyle “ılımlı değil İslamcı” olduğunu söyleyenler egemen olmuş, oligarşik oluşumlara bir de tarikat-cemaat oligarşisi eklenmiştir. Bir yandan liberalizm yerleşirken diğer yandan gericilik yükselmiştir.
Şehirleşme nitelik değiştirmiş, köyden göçenler eskiden şehir kültürüne adapte olurken şimdi şehir kültürü köy kültürüne dönüşmüştür. Örneğin, İstanbul’un 30 yıl önceki çehresi ile bugünkü çehresi arasında büyük fark vardır. Bu, çağdaşlaşma yolunda da geriye dönüşün işaretidir.
Günümüzde yaşanan çekişme ise karşı devrimin tamamlanmasına karşı direnenlerle, dincilerin her alanda iktidar olabilme mücadelesidir. Ne var ki dincilerin dizginleri ABD’nin elindedir. O nedenle asıl proje; Ulusal devletin dağıtıldığı, ulusal birliğin yok edildiği ve Amerika’nın bölgeye dair planlarına uygun  düzenlemenin gerçekleştirildiği bir hedeftir.

Dinciler içinde bu federal oluşuma karşı bir kesim varsa da İslam uğruna bu kayıp mübah görülmektedir. Onların asıl isteği tümüyle bir İslam devleti kurmak, Osmanlı’yı yeniden canlandırmak ama başkanlık sistemine dayalı teokratik bir cumhuriyet olarak sürdürmektir. Fakat ABD böyle isteyince onlara da tek çare PKK yerine Hizbullah’ı ve Kürt-İslam teorisini hakim kılma hayali kalıyor.

Ancak ABD’nin bölgede İsrail karşıtı oluşumlara meydan vermeyeceği biliniyor. Bu tezat durum nedeniyle karşılıklı takiyeler sergileniyor. Bu aşamada sorunsuz tek birliktelikleri, ortak düşman olarak gördükleri Kemalizmin devletin tüm organlarından tasfiyesi ve tepkisiz kalacak ölçüde sindirilip susturulması. Sonraki aşamalarda bu birlikteliğin sürmesi zor görünse de şer ittifakı elemanlarının izleyeceği başka bir yol bulunmuyor. O nedenle “inceldiği yerden kopsun” anlayışıyla girdikleri bu yolda gidebildikleri kadar gitmeye zorunlular.  ABD süper gücünün güvencesiyle olumsuz sonuçlardan pek tedirgin değil ama diğerlerinin diken üstünde oldukları ve temkinli adım atmaya çalıştıkları gözden kaçmıyor.

Her an herşeyin ters döneceği tedirginliğini yaşayanlar zaman zaman sahte yurtsever söylemlerde bulunmak zorunda kalıyor. Çünkü ulusalcı-yurtsever kesimin sabrının  sebebinin güçsüzlükten değil, antidemokratik müdahaleden kaçınmak olduğunun farkındalar. Ayrıca ABD’ye de güvenmiyorlar ve konjonktürün değişmesi halinde kendilerini yüzüstü bırakabileceği şüphesini yaşıyorlar.

Türkiye solunda ise saflar yavaş yavaş ayrışıyor, netleşiyor. Yurtseverliği açık açık reddedip iktidara destek veren ve gündemini sürekli olarak ulusalcıları, yurtsever devrimcileri eleştiren konularla dolduran liberal sol ile şovenizmin batağındaki sapkın sol aynı cephede saflaşıyor. Diğer yandan gericilikle ittifakı kesin olarak reddeden, antiemperyalist mücadeleden taviz vermeyip ABD ve AB işbirlikçiliğini lanetleyen ilerici yurtsever sol örgütler kendi cephelerini oluşturuyor. Bir taraf diğerini Kemalist, darbeci, Ergenekoncu olarak suçlarken, diğer tarafsa öbürünü emperyalizmle ve gerici iktidarla işbirliği yapmakla, teslimiyetçilikle suçluyor.

Kürt solu ise solla tamamen iplerini koparmış ve Kürt milliyetçiliğini baş ilkesi edinmiş durumda. Onların yurtseverliği sadece kafalarındaki Kürdistan ile sınırlıdır ve belli ki artık bırakın  antiemperyalist mücadelede yer almalarını, tersine emperyalistleri müttefik olarak görmektedirler.

Elbette bu tablo böyle kalmayacak, zamanla değişecektir. Ama olumlu yönde mi olumsuz yönde mi değişeceğini yine dünya konjönktörü belirleyecektir. Türkiye’nin önündeki en büyük sorun ulusal sorundur, Kürt sorunudur. Bu sorun, emperyalistler eliyle ya da yardımıyla çözülmez. Bu sorunu sağcı, dinci, milliyetçi iktidarlar da çözemez. Aynı toprak devrimi gibi, feodalitenin tamamen tasfiyesi gibi, emperyalizme bağımlılıktan kurtulunması gibi  diğer sorunlarla birlikte bu sorunun da çözümü için tek yol demokratik devrimdir. Devrimle birlikte milliyetçi, şoven tutum ve uygulamalar ortadan kalkacağından demokratik haklar da sağlanacak ve ayrımcılık ortadan kalkacaktır. Böylece ulusal birlik bozulmaksızın barış içinde bir arada yaşam mümkün olabilecektir. Burjuvazinin, bürokrasinin, teokrasinin, oligarşinin değil halkın iktidarı egemen olduğunda bozuk düzen de değişebilecektir.

Serdar Kaangil

About pante

Araştırmacı sosyal medya editörü...
Bu yazı Politika içinde yayınlandı ve , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

1 Responses to TÜRKİYE TAHLİLİ

  1. Murat Aygen dedi ki:

    Evet ülkemizde bir işbirlikçi burjuvazi var. Ama işbirliğini BATI’nın en ilerici unsurları ile yapmış olduğu artık ortaya açık-seçik çıkmıştır (rantiyeler ve ırkçılar seslerini yükselttiklerinde Türkiye’de fabrikalar kapanıyor). Nasıl ki Japon işçileri “haydi arkadaşlar, bir saat de İmparator için çalışalım” diyorlarsa; DiSK’e bağlı işçiler de “haydi arkadaşlar, bir saat de Albert Schweitzer için çalışalım”, “(…) bir saat de Martin Luther King için çalışalım”, “(…) bir saat de JFK için çalışalım” diyebilmelidirler. Vardiya çıkışında da hepbir ağızdan Joan Baez’in “We shall overcome” nâmesini söylemelidirler.

Yorum bırakın